- “Mimarlıkta Kuram Sempozyumu’na Doğru Giderken; “Mimarlar Odası Öğrenci Üye Grupları Arası, Ön Kolokyumlu Mimarlık Eleştirisi Yarışması” Hazırlık Süreçleri…
- Alan memnun, satan memnun…
- “Adalet Güvenceli Hukuk”un Mantığı; “Kamuyasal Toplum”un Matematiksel Özüdür!…
- İstanbul’a dair
- Ne Kadar Güzel Bir Şey Şu “Hayal Kurmak…”
- Doğan Kuban’ın anısına… “İstanbul’un tarihi mirası baygın…”
Unutulmayan Bir Felaket: 17 Ağustos Depreminin Yıldönümünde ‘Hatırlamak ve Ders Çıkarmak’
‘’Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişmek için bireysel özgürlükten çok daha fazlasıdır; kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ayrıca, bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek için kolektif bir gücün kullanılmasına bağlı olduğundan, bireysel bir haktan çok ortak bir haktır. Şehirlerimizi ve kendimizi inşa etme ve yeniden yapma özgürlüğü, tartışmak istiyorum ki, insan haklarımızdan en değerli ama en çok ihmal edilenlerden biridir.’’
-David Harvey
17 Ağustos depreminin üzerinden sadece 25 yıl geçmedi. Afyon, Van, İzmir ve en önemlisi 6 Şubat Kahramanmaraş depremleri geçti. Burada ne söylesek daha önce konuyla ilgili bilim insanları tarafından söylenenlerin yanında yetersiz kalır. Tarihe ‘Türkiye’nin yüreğini sızlatan en büyük felaketlerden biri’ olarak kazınan 17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden yıllar geçse de acısı hala tazedir. Bu deprem, ülkemizin deprem gerçeği ile yüzleşmesi konusunda önemli bir rol oynadı. Aslında bir çeşit doğa olayı olan depremin, yetkililer tarafından nasıl doğal bir afete çevrildiğini hep birlikte öğrendik. Deprem bir doğa olayı, ama afete dönüşmesine yapılı çevreler neden oluyor. Oysaki doğada bulunuyorsanız, yapılı çevre dışındaysanız, yıkıcı zararlar vermiyor deprem.
Volkan patlaması, sel, tayfun, hortum gibi değil yani. Deprem, zararı yapılı çevrelerde veriyor. Bu sebepten; depremin zararlarını, kayıplarını azaltmak ve afete dönüşmesini engellemek diğer doğa olaylarına nazaran daha mümkün oluyor.
Ancak bizim gibi az gelişmiş ülkelerde yılda iki yüz bin kişi doğal ve teknolojik afetler nedeni ile ölüyorsa ve bu olay her yıl tekrarlanıyorsa; ülkelerin afetler sonucu oluşabilecek riskleri belirleme ve önleme konusunda çalışmadıklarını, gerekli önlemleri almadıklarını söyleyebiliriz.
Ülkemizde, depremler sonucu yaşanan çok ciddi can kayıplarının yanı sıra meydana gelen ekonomik kayıplara rağmen, deprem öncesi riskleri azaltmak ve depreme önceden hazırlanmak yerine; bütün yasal düzenlemeler, kurumsal yapı ve örgütlenmeler sadece afet sonrasına yöneliktir. Afet öncesi risk azaltıcı çalışmalara ilişkin yaklaşım hemen hemen yoktur. Zaten olan da uygulanmamaktadır.
İnsanların enkazın altında kalmasını nasıl engelleyebiliriz, kayıpları nasıl azaltabiliriz diye yaklaşmak yerine; sadece insanları nasıl enkazdan çıkarabiliriz, kalan sağları nerede ve nasıl barındırırız diyen sığ ve çarpık bir düşünce sistemi ve yaklaşımla karşı karşıyayız. Bu çarpık yaklaşımla beklenen İstanbul depremini karşılamak mümkün olmadığı gibi, deprem sonrası süreci yönetmek de mümkün değildir. Depreme dirençli kentler yaratmak isteniyorsa, en başta yanlış düşünce, yaklaşım ve uygulamalardan vazgeçilmeli.
17 Ağustos 1999 depremi sonrası, dönemin hükümeti, 595 sayılı KHK ile Yapı Denetim sistemini pilot illerde uygulamaya soktu. Bu sistemle yapılmak istenen, binaların depreme dirençli bir şekilde üretilmesini sağlamaktı. Yaklaşım doğru olsa da, depremden hemen sonra, sert tepkiler üzerine yapı denetim sistemi yapılarda kullanılan malzemeleri ve doğru işçiliği kapsamak yerine sadece yapıların taşıyıcı sistemleri üzerine kurgulandı. Bu yaklaşım, yapılardaki denetimin kısıtlı bir alanı kapsamasına neden olduğu gibi yapılı çevrenin yaratacağı risklerin göz ardı edilmesine de neden oldu. Ayrıca sistemin içerisine girmesi gereken bileşenler (meslek odaları, sigorta şirketleri, üniversiteler) alınmadığından, bu sistem yoluna topal olarak devam etmektedir.
Oysa; depremi afete dönüştüren unsur tekil yapılar değil, yapılı çevredir. Kentleri tek tek binaların toplamına indirgeyen bu yaklaşıma katılmak doğru değil. Çünkü bu yaklaşımın yapılı çevreyi, kenti ve mekânsal düzenlemeleri dışlayan bir yanı var. ‘Deprem değil binalar öldürür söylemi yerine; deprem değil yapılı çevre öldürür söylemi daha doğrudur. Bu bütüncül bir yaklaşımdır. Yapılı çevre tanımının içinde bina da var, yapılar da var, ama onun ötesinde çok daha geniş bir yaklaşım söz konusudur. Kentsel risklerin tümünü kapsamaktadır. Kentsel riskler, her biri kendine özgü risk yapıları içeren çok boyutlu sistemlerde yatmaktadır. Bu nedenle kentsel risklerin tanımlanması ve ölçülmesi, disiplinler birliği gerektiren çalışmalardır.
Bu nedenle kentsel riskler, günümüzde deprem tehlikesi olmasa da üzerinde araştırmalar yapılması ve önlemler alınması gereken geniş bir çalışma alanıdır. Risklerin belirlenmesi, istenmeyen sonuçları ve beklenmedik yan etkileri söz konusu olduğu için, insan davranışlarının ve insan eliyle yapılan değişikliklerin gelecekteki sonuçlarının kavranması ve denetlenmesi yolunda bir çabadır.
Toplumda bir yetkilinin almaya karar verdiği risk, olasılıklar ne kadar küçük olursa olsun, bir başkasının felaketi olabilir. Bu nedenle rasyonel toplumda risklerin açıklığa kavuşturulması, sorumlulukların netleştirilmesi ve siyasal hesap verebilirliğin kurgulanması zorunlu görülmelidir.
Modern toplumun sanayi ve teknoloji uygulamalarının yol açtığı bilinmezlikler ve üretim süreçlerinde alınan kimi kararların sorumlularının bulunmaması, risk toplumunun başlıca özellikleridir. Bu durum yapı üretim süreçlerinde de geçerliliğini korumakta ve aşağıda gösterilen nedenlerle her iki kavramı da deprem tehlikesi karşısında kentsel risklerin varlığını açıklamada anlamlı kılmaktadır.
- İmal edilmiş belirsizlik
- Risklerin ölçülememesi durumu
Kentlerimiz, yasal sahibi bilinmeyen, projesi bulunmayan, kaydı bulunmayan, taşıyıcı sistem ve altyapıda çeşitli tehlikeler barındıran, hiçbir denetim görmemiş alanlarla oluşmuştur. İmarlı alanlarda ruhsat alınarak yapılan yapılar bile gerçek bir denetime konu olmamışlardır. Bunlar ne proje aşamasında ne de uygulama aşamalarında teknik inceleme görmüştür. Yapı malzemeleri, detayları ve bileşenlerine ilişkin deprem performans standartları çoğunlukla bulunmamakta, bu da uygulamaların güvenilirlik düzeylerini belirsiz kılmaktadır. İşçilik hatalarının hangilerinin kabul edilebilir sapmalar olduğu, deprem tehlikesi karşısında hangilerinin yüksek risk oluşturduğu ve farklı yapı türleri için dikkatin nereye verilmesi gerektiği belirlenmiş değildir.
Arsalara ilişkin jeolojik incelemelerin genellikle yetersiz olduğu, bu gibi incelemelerin kimi örneklerde sadece masa başında yapıldığı görülmektedir.
İmar planlarında yapılan değişikliklerle yoğunlukların arttırılması, yapılara ilave katlar ve bazı düzensiz eklerin yapılmasına, mevcut yapının taşıyıcı sisteminde zayıflamalara ve belirsizliklere yol açmaktadır.
Yapı ya da bağımsız bölüm sahiplerince, kullanım altındaki yapı ve birimlerde izinsiz olarak taşıyıcı sistemin deprem davranışlarını etkileyecek gelişigüzel değişiklikler yapılması, yaygın bir davranış biçimidir.
Tarihsel dönemler boyunca verilen bilinçsiz ve yanlış kararların oluşturduğu birikimin sorumlusu yoktur. Bu birikimin günümüzde zorladığı yatırım kararlarında da, teknik gereklilikler yerine getirilse bile, risklerden arındırılmış sonuçlara erişilemez.
Sonuç olarak, deprem öncesi risk azaltmaya yönelik çalışmaları doğru bir şekilde yapmak için, çoklu disiplinleri bir araya getirme zorunluluğu vardır. ‘’Kentsel dönüşüm’’ adı altında, yapıları yıkarak yeniden yapma gibi işe yaramayan yöntemler yerine; kentsel iyileştirme, yenileme ve güçlendirme seçenekleriyle çözüme katkı koyacak yöntemlerin hızlıca devreye alınması gerekir.
Olası İstanbul depreminde yaklaşık olarak 50.000 binanın yıkılacağı öngörülmekte. Risk altındaki bu yapıların tamamını yıkarak, yeniden yapmak her açıdan mümkün görünmüyor. Deprem sonrası her binaya 20 kişilik kurtarma ekibi düşünürsek 1.000.000 kişi eder. Bu sayıda bir kurtarma ekibi ne Türkiye’de ne de dünyada var. Öyleyse binlerce yapıyı güçlendirerek, deprem öncesi riski ve yıkılacak yapı sayısı en aza indirgenirse, deprem sonrası afeti yönetmek daha kolay olacaktır. Güçlendirilen yapılar ağır ve orta hasarlı hale gelse bile; can kaybını ciddi oranda azaltacağı gibi deprem sonrası iş yükünün yanı sıra, ekonomik olarak zarar 40 ile 50 kat daha aşağıya çekilecektir.
Yapılan çalışmalar ve yasal düzenlemelere bakıldığında beklenen İstanbul depremi gerçekten sadece bekleniyor. Mevcut çalışma anlayışımız ve yapı stoklarımızla beklenen depremin gerçekleşmesi durumunda, deprem sonrası büyük bir çöküş olacağı açıkça belliyken; kalıcı çözümler üretmek, yapıları hızlıca deprem risklerine karşı dirençli hale getirmek şöyle dursun, imar afları, kat artışları, emsal artışları, ‘’kentsel dönüşüm’’ adı altında rant odaklı çalışmalar yapılıyor. Bu da gösteriyor ki, depremlerden ders çıkarmak yerine, depremin yıkıcı özelliği topluma karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılarak, daha fazla imar rantı elde etmek için, yasa ve yönetmelikler yeniden düzenleniyor.
Günümüzde merkezi ve yerel yönetimlerin depreme karşı önlem alma yöntemlerine baktığımızda; dünya hala ‘’öküzün iki boynuzu üzerinde’’ duruyor.
Geleceği bir öküzün elinde olan bir ülkenin insanları olarak, bekleyip göreceğiz öküzün yapacaklarını. Umarım ki aklına estikçe boynuzunu sallamaz.
Ahmet Erkan
TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükken Şubesi
Yönetim Kurulu Sekreter Üyesi
Kaynakça:
- Uysal, Y., Balamir, M., & Kadıoğlu, M. (2002). Kentlerin Depreme Hazırlanması ve Istanbul Gerçeği. Mimarlar Odası.
- Harvey, D. (2008). “The Right to the City,” New Left Review 53, Eylül-Ekim.