Kentsel Dönüşüm Kendi Afetini Üretiyor…

Yazar- Eyüp Muhcu 24 Ekim 2024 Perşembe

Doğayı sermaye aracı olarak gören kapitalist üretim biçimi, baş döndürücü bir hızla insan ve doğa arasındaki yabancılaşmanın artmasına neden olurken; yaratılan çevre sorunlarına bağlı olarak küresel ısınma ve iklim değişikliği, uygarlığımızın geleceğini tehdit etmektedir.

Küresel ısınma ve iklim değişikliği, dünyamızda yaşanan afet olaylarını hem sayısal hem de büyüklük olarak artırmaktadır. İzlenen “özelleştirme ve ranta” dayalı politikalar ve uygulamalar, hatalı plan, yapılaşma ve yatırım kararları nedeniyle kentler bu sürece kaynaklık etmektedir.

Ülkemizde 20 yılı aşkın süredir izlenen “ranta, doğa yağmasına ve emek sömürüsüne” dayalı kentsel dönüşüm politikaları, var olan sorunları ve afet risklerini daha da vahim hale getirmektedir.

Yaşanan depremlerle birlikte, su baskınları, heyelanlar, aşırı sıcak ve soğuk hava koşulları, orman yangınları, kuraklık, susuzluk vb. doğa olayları giderek büyük afetlere dönüşmektedir.

1999 Büyük Marmara Depremi’nin üzerinden 25 yıl geçmesine karşın, yapı stoku depremlere ve afetlere karşı güvenli hale getirilmemiştir. Var olan yaklaşık 20 milyon yapının yaklaşık 15 milyonu, yeterli mimarlık ve mühendislik hizmeti almadan veya tamamen kaçak inşa edilmiş ve daha sonra çıkarılan imar afları ile yasallaştırılmıştır.

“Depremlere hazırlık” gerekçesiyle son 20 yılda bilimsel ve hukuki dayanaktan yoksun, kamu yararı yerine özel çıkarları ve imar rantını önceleyen karar ve uygulamalar “kentsel dönüşüm” adı altında yürürlüğe konmuştur.

Bu dönemde doğa/kültür ve kamu yağmasına ve kentlerin yaşanmaz hale gelmesine neden olan; afet risklerini artıran ve depreme karşı güvenli olmayan yapılaşmaların, ülkenin dört bir yanında engelsiz olarak inşa edilmesi için iktidar bütün olanaklarını seferber etmiştir.

Buna karşın üretilen konut sayısı hedeflerin ve gereksinimlerin çok gerisindedir. TÜİK verilerine göre 2013-2022 yılları arasında geçen 10 yılda 7 milyon 326 bin 802 konuta iskan izni verilmiştir. Kamu eliyle, özel sektör ve kooperatif tarafından yılda üretilen ortalama konut sayısı yaklaşık 750 bin civarındadır. 2022 yılından sonra ekonomik krizin büyümesi nedeniyle yılda üretilen konut sayısı giderek azalmaktadır.

Türkiye’de konut sahipliği oranı yaklaşık %61 iken, üretilen yeni konutlarla birlikte bu oran %50’lere düşmüş; kiracıların oranında ise artış olmuştur.

Ekonomik kriz, göçler dahil nüfus artışı, konut üretiminin sorunları vb. nedenlerle konut bedelleri yurttaşların alım gücünün çok üzerine çıkmış, kira bedellerinde olağanüstü artışlar gerçekleşmiştir.

Yılda nüfus artışına bağlı olarak üretilmesi gereken yeni konut sayısı yaklaşık 1 milyonun üzerindedir. Deprem nedeniyle yenilenmesi gereken konut stokunu eklediğinizde, bütün teşviklere ve desteklere karşın üretilen konut miktarının ne kadar yetersiz olduğu görülmektedir.

 

***

6 Şubat 2023 Kahramanmaraş merkezli 11 ilde yaklaşık 14 milyon yurttaşımızı etkileyen ve 50 binden fazla insanımızı kaybettiğimiz depremlerde yeni üretilen binaların çökmesi veya ağır hasar görmesi, kentsel dönüşüm düzeninin sağlam ve güvenli yapı üretmediğini acı bir şekilde göstermiştir.

Konut üretiminde uygulanan TOKİ modeli ile kamu arazileri imara açılarak özelleştirilmekte ve iktidara yakın şirketlere servet transferi yapılmaktadır. Bütün devlet desteğine rağmen, 20 yılda 1 milyon 170 bin konut üretebilmesi açık bir başarısızlıktır.

Yılda ortalama 58 bin 500 konut üretebilen TOKİ eliyle, deprem bölgesinde 1 yılda 200 bin konut yapılması hedeflenmiştir. “Süreci hızlandırmak” gerekçesiyle eşe dosta dağıtılan usulsüz milyarlarca bedelde ihalelere ve iktidar belediyelerinin desteğine rağmen çok az sayıda konut üretilebilmiştir.

Konutların yer seçimleri, zamanında teslim edilememesi, niteliksiz, estetikten yoksun olması ve afetlere karşı güvenli yapılı çevreler üretilememesi, TOKİ hakkında yeterli bilgi vermektedir.

Nitekim, TOKİ’nin kar amacı güden özel bir inşaat şirketi gibi; Bağdat Caddesi üzerinde kat karşılığı inşaat yapmak için girişimlerde bulunması, gelinen aşamayı dramatik bir şekilde yansıtmaktadır.

İBB ortaklığı KİPTAŞ’ın; genel olarak konut üretimini desteklemek, kentin kiracılarına konut üretmek, bu amaçla kamu-toplum ortaklıkları gerçekleştirmek ve kooperatifçiliği yaygınlaştırmak yerine “rant getirisi yüksek” bölgelerde kat karşılığı inşaat işlerine soyunması ve TOKİ ile aynı yolu izlemesi ise başka bir gerçeği yansıtmaktadır.

Genel olarak rejimin asli unsurlarından biri haline gelen mafyöz örgütlenmelerin yapı üretim ve denetim düzenine de egemen olması, geleceğin sağlam ve güvenli yapılarının inşasının önünde en önemli engellerden biri haline gelmiştir.

Yapı üretim ve denetim sürecinden meslek odalarının, üniversitelerin ve toplumun dışlanması; yapı denetimi konusunda yerel yönetimlerin anayasal yetkilerini kullanamamaları; özelleştirilen yapı denetim kuruluşlarının doğası gereği “denetim” gerçekleştirememeleri ile ilgili yaşanan sorunlar, deprem gerçeği göz ardı edilerek giderek artmaktadır.

Bütün bu zorluklara karşın; işini kamu yararına, mesleğe ve etik kurallara bağlı olarak yapan kişi, kurum ve kuruluşlara teşekkür etmek gerekiyor.

***

Türkiye’de afet politikasının ve buna bağlı olarak bütünleşik afet yönetiminin olmaması nedeniyle afetlere karşı hazırlık (öncesinde-esnasında-sonrasında) çalışmaları sağlıklı yürütülememektedir.

Depremlerde en çok yıkımlar, “imar affı” kapsamında ruhsatlandırılan yapılarda görülmektedir. En son 7143 Sayılı Kanun kapsamında 2018 yılında çıkarılan “imar affı” çıkarılmıştı.

İmar affı süreleri yasal olarak bitse de; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve belediyeler tarafından yapılan plan ve yönetmeliklerle getirilen yoğunluk ve kat artışları ile hala devam etmektedir.

Son zamanlarda kentsel dönüşümün koşulu olarak; imar artışlarının yeniden gündeme getirilmesi ve belediye yönetimlerinin baskı altına alınması veya bu taleplerin öncüsü olması oldukça düşündürücüdür.

Kentleri, yurttaşların sosyal, kültürel ve ekonomik etkinliklerini insancıl yaşam çevresi olarak görmeyen bu yaklaşımlar; kentsel yaşam niteliğini yerle bir ederken hem fiziki yıkımlara hem de salgınlara ortam hazırlamaktadır.

“Özelleştirme ve kaynak sağlama” amacıyla kamu varlıklarının ve arazilerinin elden çıkarılması; kamu hizmetlerinin aksamasına ve geliştirilememesine neden olduğu gibi, afetlere hazırlık sürecinin de aksamasına yol açmaktadır.

Deprem sırasında ve sonrasında çalışmaların yürütülmesi bakımından kamu binalarının ayakta ve işler halde olması yaşamsal önem taşımaktadır. Deprem bölgesinde kamu yapılarının yerle bir olması ve işlevini sürdürememeleri can ve mal kayıplarında ve yaraların sarılamamasında büyük rol oynamaktadır.

Afetler sonrası toplanma yerleri hala sağlıklı olarak belirlenmemektedir. Var olan toplanma yerlerinin ise büyük ölçüde imara açılması devam etmektedir.

Yerleşim yerlerinde toplum yaşamını tehdit eden yanıcı, parlayıcı ve patlayıcı niteliklere sahip işletmeler varlığını sürdürmekte ve yeni işletmelerin açılmasına olanak tanınmaktadır. Kentlerin içerisinde var olan kimyasal depoların varlığı ve her yere benzin istasyonlarının hiçbir kurala bağlı olmadan yapılması gibi, çok sayıda örnekleme yapmak mümkündür.

Bütüncül planlama ve çalışmalar yerine; yeni yerleşim alanlarının sosyal, kültürel, donatı ve altyapı ile birlikte kent merkezleri, kentler arası ilişkiler ve gereksinimler dikkate alınmadan parçacıl çözümler üretilmesi yeni ve kapsamlı sorunları beraberinde getirmektedir.

Yapı taşıyıcı sistemlerinin betonarme ve tek tip yapılarak yeni yaşam alanlarının üretilmesi ısrarla sürdürülmektedir.

Kentlerin tarihsel, sosyal ve kültürel dokusu korunamamaktadır. Yapılan restorasyon ve yenileme çalışmaları koruma hukuku ile bağdaşmadığı gibi, aynı zamanda güvenli de değillerdir.

Yerel yaşam kültürünün ve mimari birikimin göz ardı edilmesi, yerel kuruluşların ve halkın sürece katılmalarının sağlanmaması sosyal ve kültürel yıkımlara neden olmaktadır.

Bütün bu ve benzeri sorunlar afet risklerini artırırken; yurttaşların “deprem korkusu” sömürülerek siyasal/ekonomik rant kararları ısrarla yürürlüğe konmaktadır.

Kural tanımayan “kentsel dönüşüm” politika ve uygulamaları karşısında; afet risklerinin azaltılmasını, kentlerin ve yaşam çevrelerinin “sağlıklı ve güvenli” ortamlar olarak geliştirilmesini savunan kesimler engel olarak görülmekte, sürecin dışına atılmaya ve düşmanlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Sonuç olarak;

Kendi afetini üreten kentsel dönüşüm düzeninin bir an önce durdurulması; afet politikalarından kentleşme politikalarına kadar bütün yapı üretim-denetim sisteminin, kamu yararı ve bilimi esas alan bir anlayışla yeniden düzenlenmesi zorunluluğu vardır.

Bu çerçevede merkezi ve yerel kamu yönetimlerinin uygarlığı yeniden kentlerle buluşturma görev ve sorumlulukları olduğunu bir kez daha anımsatmak gerekiyor.

İktidar, merkezi ve yerel yönetimlerde bu sorumluluğu taşımadığı gibi; tersine insan/toplum yaşam kültürünü yok sayan, rant odaklı ve dogmatik bir anlayışı dayatan bir yaklaşım sergilemeye devam etmektedir.

Afet risklerini azaltmak ve geleceğin sağlam ve güvenli kentlerini kurmak bir yana; kentsel dönüşüm ve uygulamalarının kendisi bir afet olmuştur.

Ne yazık ki bütüncül kentleşme anlayışı yerine, eşitsiz sosyal yapıların ve mekânsal alanların ortaya çıkmasına neden olan noktasal operasyonlar, bir kentleşme anlayışı olarak merkezi ve yerel yönetimlerce kabul edilmektedir.

Bu koşullarda muhalefet belediyeleri tarihsel bir sorumlulukla karşı karşıya bulunmaktadır. Ya kentleri uygar ortamlar olarak geliştirmek için toplum ile birlikte çaba gösterecekler ya da iktidarın türevi bir yol izlemeye devam edecekler.

 

Afet ve deprem yaralarının sarılması, yıkılan kentlerin ayağa kaldırılması ve geleceğin uygar kentlerinin yaratılması umuduyla…

 

EYÜP MUHCU
TMMOB Mimarlar Odası Geçmiş Dönem Genel Başkanı

Yazar- Eyüp Muhcu 24 Ekim 2024 Perşembe