- Tuzla Kamil Abduş Gölü çevresinin yapılaşmaya açılmasının yürütmesi durduruldu
- Adalar imar planlarının yürütmesi mahkeme tarafından durduruldu
- Mimarlar Odası Üye Kayıt İşlemleri Ve Üyelik Ödenti Uygulamaları Hakkında
- XVIII. İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali başlıyor
- KTMMOB Mimarlar Odası, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesine Ziyaret Gerçekleştirdi
- Ömerli Barajı havzasına kurulmak istenen “biyoteknoloji vadisi” projesine karşı dava açıldı
Gezi’den Kanal İstanbul’a Kent Suçlarıyla Mücadelenin Önemi
Gezi direnişinin üzerinden tam 8 yıl geçti. Tüm farklı renkleriyle Türkiye tarihinin gördüğü en demokratik hak arama, eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerinden biri olan bu direniş, daha önce verilen beraat kararlarına rağmen, terörle ve suçla ilişkilendirilerek yargılanmaya çalışılıyor hala. En temel demokratik haklarımızın bile yok edilmeye çalışıldığı bu ortamda; seçilmişlerin, yurttaşlarımızın, gazetecilerin, üniversitelerin ve bilim insanlarının tüm eleştiri ve karşı çıkışları türlü baskılarla sindirilmeye çalışılıyor. Tüm bu süreçlerin sonucunda, doğal ve kültürel varlıklar üzerinden sürdürülen talan politikalarına karşı yaşam alanlarına; yani geleceklerine sahip çıkanların bile terörle ilişkilendirilebildiği bir süreci hep birlikte yaşıyoruz.
1980’li yıllardan itibaren hızla uygulamaya sokulan neoliberal politikaların bir ayağı olan ve 20 yılı aşkın bir süredir yaşam alanlarımıza saldırı haline gelmiş olan kentleşme ve imar politikaları sonucunda, yaşadığımız coğrafyanın tamamında geri dönüşü mümkün olmayan büyük tahribatlar meydana gelmektedir. Bu yıkım süreçlerinin yasal düzenlemeleri de evrensel hukuk normlarını ve değerleri hiçe sayılarak yapılmaktadır. Yani planlama bilimi ve yasalar bu yıkımların aracı haline getirilmektedir.
Mega projelerle sürdürülen bu kentleşme politikalarının en önemlilerinden biri de Kanal İstanbul Projesi’dir. 2009 yılında ortaya atılan ve 2011 yılında resmi olarak açıklanan bu proje; bilim insanlarının, meslek odalarının ve yurttaşlarımızın tüm karşı çıkışlarına rağmen, devletin en üst makamları tarafından verilen beyanatlarda “inadına yapacağız” nidalarıyla sahiplenilmektedir.
TMMOB’ye bağlı meslek odaları ve bilim insanları ile birlikte sürecin başından itibaren yaptığımız değerlendirmelerle ve ortaya konulan bilimsel raporlarla bir “ekonomik ve ekolojik yıkım projesi” olarak değerlendirilen bu projenin yapılmasının gerekçesi inatlaşma olabilir mi? Bilimsel verilere bilimsel çalışmalarla karşılık vermek gerekmiyor mu? İktidar ve iktidarın ortakları dışında kimsenin kabul etmediği, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından da sakıncaları ortaya konularak karşı çıkılan bu proje neden inatla yapılmak isteniyor? Bunun yanıtını talep etmek hepimizin hakkıdır.
Kanalın yapımı için baştan beri ortaya konulan iki temel gerekçe; İstanbul Boğazı’ndan geçen gemi trafiğini azaltarak kanaldan geçecek olan gemilerden alınacak ücretler ve kanal etrafında oluşacak olan Yenişehir’den elde edilecek gayrimenkul gelirleri. Her şeyden önce projenin çıkış gerekçeleri bilimsellikten uzaktır. İlk gerekçe ile ilgili yapılan tüm araştırmalar gösterdi ki; bahsedilen gemilerin yapılacak olan kanaldan geçmesi mümkün değil. Ama bu süreçte Montrö Boğazlar Sözleşmesi kamuoyunda tartışmalı hale getirildi. İkinci gerekçe burada önem kazanıyor, yani gayrimenkul gelirleri. Bu durumu da sadece yapılması planlanan proje açısından değil, 2011 yılında Kanal İstanbul Projesi ile ilgili ilk açıklamalar yapıldığı andan itibaren bölgedeki gayrimenkullerin el değiştirme süreci ile rant artışlarıyla ve son mülk sahiplerine kadar birlikte değerlendirmek önem arz ediyor.
Öte yandan Kanal İstanbul projesi ile; 2491 hektar orman alanı, 1381,12 hektar mera alanı, 12594,60 hektar tarım alanı yok oluyor. İstanbul’un yılda 52 milyon m3’lük su ihtiyacını karşılayan Sazlıdere Barajı yok ediliyor. Planlama alanında 5 adet arkeolojik sit alanı kalmaktadır: Küçükçekmece İç Dış Kumsal Arkeolojik ve Doğal Sit Alanı (Avcılar-Küçükçekmece), Küçükçekmece Gölü ve Çevresi Arkeolojik Sit Alanı (Avcılar-Başakşehir), Resneli Çiftliği Arkeolojik ve Tarihi Sit Alanı (Başakşehir), Filiboz Viranlığı Arkeolojik Sit Alanı (Arnavutköy) ve Spradon 1. ve 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı (Avcılar) ve bunların Spradon hariç dördünden kısmen ya da tamamıyla kanal geçmektedir. Kanalın içinden geçtiği sit alanlarından biri de alt paleolitik çağa kadar uzanan Yarımburgaz Mağaraları arkeolojik sit alanıdır.
Özet olarak; Kanal İstanbul’un planlama süreçleri ve ÇED süreçleri hukuksuzdur. Bölgedeki ekolojik dengeyi tümüyle bozacaktır. Kültürel mirasımız üzerinde yok edici etkiler bırakacaktır. Afet risklerini artıracaktır. Kentli hakkını yok sayan, toplumun ve tüm canlıların yaşam hakkını gasp eden bir projedir. Kamuya yüksek ve önceliği olmayan sosyal ve ekonomik maliyetler yükleyecek olup bu anlamda kamu yararı da taşımamaktadır. Tüm bu gerekçelerle meslek odaları olarak bu projeye karşı çıkmaya devam ediyoruz.
2009 yılında İBB tarafından hazırlanan 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nda ifade edilen en temel ilke; İstanbul’un
kuzeye doğru büyümesinin engellenmesi, kuzeyde yer alan orman, mera, tarım alanları ve su toplama havzalarının korunması idi. Bu plandan 2 yıl sonra konuşulmaya başlanan Kanal İstanbul Projesi ne anlama gelmektedir? Bu projeyi, 3. Köprü ve İstanbul Havalimanı’nın bir ayağı olarak değerlendirmek son derece önemlidir. Ve hatta Atatürk Havalimanı’nın Millet Bahçesi yapılacağı gerekçesiyle, kargo ve VİP uçuşları dışında tüm uçuşlara kapatılmasının ardından içinden geçtiğimiz pandemi sürecinde pistlerinin üzerine hastane kurulması ve bugünlerde İstanbul Arkeoloji Müzelerine bağlı laboratuvarların ve depoların buraya taşınacağı açıklamaları da İstanbul’daki mega dönüşümün ipuçlarını vermektedir.
Üretimden tümden koparılmış, ekonomik geliri kent mekânlarındaki kamusal alan ve hizmetlerin özelleştirilmesine bağlayan bu tercih sonucunda en temel hakkımız olan ve Anayasa’nın 56. Maddesi ile güvence altına alınan “…Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir…” ilkesi yok sayılmaktadır. Daha da vahimi bu görevi yerine getirmek için mücadele eden yurttaşlarımız baskı ve kimi zaman da şiddet kullanılarak devletin görevlileri tarafından engellenmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’nin dört bir yanında doğal ve kültürel varlıklarımızı, yaşam alanlarımızı korumak için mücadele edenlere destek olmaya, mesleki bilgi ve birikimlerimizi halkın ve ülkenin yararına kullanmaya ve bu amaçlarla hazırladığımız tüm bilimsel raporları ve çalışmaları siz değerli meslektaşlarımızla ve kamuoyuyla paylaşmaya devam edeceğiz.