- “Mimarlıkta Kuram Sempozyumu’na Doğru Giderken; “Mimarlar Odası Öğrenci Üye Grupları Arası, Ön Kolokyumlu Mimarlık Eleştirisi Yarışması” Hazırlık Süreçleri…
- Alan memnun, satan memnun…
- “Adalet Güvenceli Hukuk”un Mantığı; “Kamuyasal Toplum”un Matematiksel Özüdür!…
- İstanbul’a dair
- Ne Kadar Güzel Bir Şey Şu “Hayal Kurmak…”
- Doğan Kuban’ın anısına… “İstanbul’un tarihi mirası baygın…”
Deprem, Boğaziçi Yasa Taslağı ve Yeni Torba Yasalar Gölgesinde İstanbul…
Yaşadığımız kentlerdeki imar faaliyetlerini ve neye hizmet ettiklerini iyi anlayabilmek için geçmiş 20 yıl içerisinde kısa bir gezinti yapmak gerekiyor sanırım. Özellikle, 2002 yılından itibaren iktidarı tek başına elinde bulunduran siyasi erkin bu süreç içinde yaptığı tüm yasa düzenlemeleri ve bunların demokrasiye, ekonomiye ve kentlerimize yansımalarını tekrar hatırlayıp, yeni düzenlemelerin nelere yol açacağını kestirmemiz şimdiden mümkün olacaktır.
1999 büyük Marmara Depremi, kentlerde ranta dayalı politikaları çok daha rahat uygulayabilmek için kritik bir eşik oldu. Kente yönelik tüm müdahaleleri meşrulaştırmanın aracı olarak kullanıldı.
O zamana kadar ‘küresel kent’, ‘yarışan kent’, ‘finans merkezi’ kavramları üzerinden şekillenen İstanbul’da bundan sonra yapılacak bütün projelerde depreme karşı güvenli bir kentin yeniden inşa edilmesi gerekliliği üzerine bir söylem değişikliğine gidildi.
Yine bu dönemde TOKİ, EMLAK GYO ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı geniş yetkilerle kentlerin yapılaşması üzerinde söz ve karar sahibi haline gelmiştir.
Mecliste yasa değişikliği yapmak yerine, Bakanlar Kurulu tarafından yayınlanan KHK’ler ile -yeni Başkanlık Sisteminden sonra süreç, Cumhurbaşkanı Kararnameleri olarak devam ediyor- idari yapıların hemen hemen tamamında yeni düzenlemeler yapılırken imar mevzuatında da büyük değişiklikler olmuştur. İmarla ilgili yapılan düzenlemeler hem kentsel hem de kırsal alanlar üzerinde büyük tahribatlara yol açmıştır.
Marmara Depremi’nin üzerinden 20 yıl geçtikten sonra, 26 Eylül’de Silivri açıklarında meydana gelen 5.8 büyüklüğünde bir depremle yeniden kamuoyunun gündemine gelen “beklenen İstanbul Depremi” tartışmaları gösterdi ki hazırlık konusunda pek de yol alamamışız. Hatta, artan nüfus-yapı stoku, kent içinde boşluklar oluşturan kamusal alanların özelleştirilerek yapılaşmaya açıldığı, askeriyeden boşaltılan alanların bile yoğun yapılaşmalarla tüketildiği daha da kaotik bir ortamdan söz etmemiz mümkündür.
Şimdi geçmişte yapılan yasa değişikliklerine kısaca göz atarsak eğer;
- 17 Ağustos 1999 yılında yaşanan depremin hemen ardından, Eylül ayında “Doğal Afetlere Karşı Alınacak Önlemler ve Doğal Afetler Nedeniyle Doğan Zararların Giderilmesi İçin Yapılacak Düzenlemeler Hakkında Yetki Kanunu” ile Bakanlar Kurulu’na on ay süre ile ilgili kuruluşlar arasında koordinasyon ve eşgüdümün sağlanması, güvenli yeni yerleşimlerin kurulması, yeni bir sigorta sisteminin kurulması, depremin etkilediği bölgede yeni il ve ilçeler ile büyükşehir belediyeleri kurulması gibi konularda kanun hükmünde kararname çıkartma yetkisi verilmiştir.
- Depreme karşı kentlerin hazırlıklı hale getirilebilmesi için, kaynak oluşturmak üzere, Askerlik Kanunu’na bir geçici madde eklenerek bedelli askerlik hizmeti uygulaması başlamıştır.
- 2000 yılında, Zorunlu Deprem Sigortası hizmetini vermekten sorumlu Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK) kuruldu. DASK’ın amacı, konutları ödenebilir primler karşılığında depremin neden olduğu hasarlara karşı Zorunlu Deprem Sigortası’yla güvenceye almak olarak belirlendi. Zorunlu Deprem Sigortası’yla konut sahiplerinin deprem kaynaklı maddi hasarlarını karşılayabilmelerinin yanı sıra doğal afetler sonrası yıkılan veya hasar gören yapıların onarılması, yeniden inşa edilebilmesi için ekonomik kaynak oluşturmak amaçlandı.
- “Ulusal Deprem Konseyi”
21.03.2000 tarihinde depremlere ilişkin konularda halka güvenilir bilgiler vermek, deprem araştırmaları için öncelikli alanları belirleyerek kamu kurum ve kuruluşlarına politika ve stratejiler önermek, deprem konusunda kamu yöneticilerine danışmanlık yapmak, yasa, yönetmelik gibi düzenlemeler ve uygulamalar için merkezi ve yerel yönetimlere görüş ve önerilerde bulunmak üzere bağımsız bir bilimsel kurul olarak kurulmuş olan bu konsey maalesef 2007 yılı başında yine bir başbakanlık genelgesi ile kaldırılmıştır.
- 07.2001 tarihinde 4708 Sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun yayınlandı. (Kamusal denetimden vazgeçilmesi ve denetimin özel şirketlere devri)
- 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. Maddesi ile yerel yönetimlere “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Projeleri” yapma yetkisi verilmiştir.
Bu durum plan yapma yerine projeciliğin öne çıkarıldığı yeni bir düzen geliştirmiştir.
- 5366 sayılı “Yıpranan Tarihî ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Kullanılarak Yaşatılması Hakkındaki Kanun” (2005) ile tarihi ve kültürel dokuların yıkılıp yeniden yapılmasına, bu alanlarda yaşayanların kentin çeperlerindeki TOKİ bloklarına gönderilmesine yol açtı. (Sulukule, Fener-Balat-Ayvansaray projeleri vb.)
- 03.2007 tarihinde “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik” yürürlüğe girdi.
- 2012 yılında yürürlüğe giren 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun kapsamında da mahalle ölçeğinden tek yapı ölçeğine, tescilli yapılar da dahil olmak üzere pek çok alanın ve yapının dönüştürülmesinin kimi zaman da yok edilmesinin yolu açıldı.
- 2013 yılında tüm belediyelerin imar yönetmelikleri iptal edilerek, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayınlanan Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği yürürlüğe girdi.
- Mayıs 2018 tarihinde ise 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen geçici 16. Madde kapsamında İmar Affı düzenlemesi yapıldı.
Tüm bu yasal düzenlemeler; afetleri önleme bahanesiyle, kenti yağmalamanın bir aracı olarak kullanılmıştır. Kentsel dönüşüm alanlarında hayata geçirilmiş projelerle, bölgede yaşayan insanlara güvenli ve sağlıklı yaşam alanları yaratmak yerine, kent merkezlerinde yaşayan yoksulların ve hatta orta sınıfın bu bölgelerden ayrılmak zorunda bırakıldığı görülmektedir.
Kamusal alanların özelleştirilerek satılması, afet sonrası kullanılabilecek kent içi boşlukların yok edilmesi ile sonuçlanmıştır. 1999 depremi sonrasında afet toplanma alanlarının büyük bir kısmı aynı yöntemlerle tüketilmiş olup günümüzde AVM ve rezidanslara ev sahipliği yapmaktadır. Doğal afetlere karşı kentlerimizi daha güvenilir ve sağlıklı hale getirmek için toplanan her türlü vergi vb. ödenekler amaçları dışında kullanılmıştır. Ardı ardına değiştirilen imar yönetmelikleri ile parsellerde yapılaşmaları maksimuma çıkaracak düzenlemeler getirilmiştir.
İnşaat sektörüne bağlanmış bir ekonomik model yaşadığımız çevreyi içinden çıkılmaz bir karmaşaya sürüklerken kendi krizini de yaratmıştır.
İmar afları ile kaçak, mühendislik ve mimarlık hizmeti almamış, her türlü yapıya Yapı Kayıt Belgesi düzenlenerek, yapıların güvenliği ile ilgili tüm sorumluluk kat maliklerine yüklenmiştir. Vatandaşının sağlıklı ve güvenilir ortamlarda yaşamasını sağlamakla yükümlü olan idareciler, bu sorumluluklarını bireylere yükleyerek sorumluluklarından kaçabileceklerini düşünmektedirler.
Düşük gelirliler için barınma ihtiyacının sağlandığı sosyal konut projeleri üretmek yerine, gecekondu afları yıllarca politik bir araç olarak görülmüş ve gecekondu bölgelerinden oy elde etme amacıyla yasal esneklikler yaratılmıştır. Bugün ise bu mahalleleri; kentsel dönüşüm, riskli alan vb. yöntemlerle en çok müdahale edilen alanlar olarak görüyoruz. Üretimden hızla kopartılan kentlerde eski fabrika alanları, tersaneler, özelleştirmeler sonucu boşa çıkarılan kamu hizmet binalarının olduğu alanlar parçacıl plan değişiklikleriyle yüksek yoğunluklu yapıların olduğu alanlar haline gelmektedir.
“Bütüncül Planlama” anlayışı yerine; “Parsel Bazında” tekil projeye uygun plan yapılması sürecini yaşıyoruz! … Artık geldiğimiz noktada büyük yatırım gerektiren mega projelerin bile parça parça yapılan plan değişiklikleriyle hayata geçirildiği, kentin tüm doğal kaynaklarının tüketildiği bir dönemdeyiz. Bilimi ve tekniği dışlayan her türlü projenin hayata geçirilmesi noktasında ısrarlı tutumlar sonucunda 3. Havalimanı, 3. Köprü yapılırken şimdi de Kanal İstanbul Projesi tekrar gündeme gelmiştir. Su kaynaklarının yok edilmesinden kültürel ve doğal kaynakların tahribine, neden ihtiyaç duyulduğuna dair gerçekçi bir yaklaşımın olmamasından yatırım maliyetinin büyüklüğüne kadar pek çok tartışmayı beraberinde getiren bu proje ile gerçekte neyin amaçlandığı kamuoyunun bilgisi dışındadır.
Tek başına iktidarı elinde bulunduran ve partili cumhurbaşkanlığı sistemi ile de bu erki güçlendiren yapı, kentler ve kırsal alanlar üzerinde siyasi ve ekonomik taleplerini gerçekleştirmek noktasında, kendi siyaseti dışındaki belediyelere de her türlü baskıyı kendinde hak olarak görmektedir. Kayyımlar, yetki kısıtlamaları gibi uygulamalar bunların sonucudur.
Son günlerde basında sıkça sözü edilen “Boğaziçi ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına dair yasa teklifi” ve Tapu Kanunu da dahil olmak üzere pek çok yasal düzenlemeyi içeren yeni torba yasa; ilçe belediyelerinin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yetkilerinin açıkça kısıtlandığı, bazı yetkilerin doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlandığı yeni düzenlemeler içermektedir. Boğaziçi’nde ve su yollarında (Kanal İstanbul Projesi’nin su yolu projesi olduğunu hatırlayalım) ön görünüm, geri görünüm, etkilenme bölgesi ve siluet geçiş sahaları olarak belirlenecek alanın büyüklüğü göz önüne alındığında Cumhurbaşkanlığı’na devredilecek olan yetkinin ne olduğu açıkça anlaşılacaktır. Önerilen ‘Boğaziçi Başkanlığı’ eliyle; plan yapımından, kurul kararlarına ve güvenlik sistemine kadar her türlü yetki tanımlanmıştır.
Diğer torba yasa ile de kentsel dönüşüm alanlarında TOKİ’nin yetkili kılınması, mera, yaylak, kışlak, otlak ve harman yeri vasıflı taşınmazlarda kamu yatırımları yapılabileceği, uygulama imar planlarıyla kentsel tasarım projelerinin birlikte yapılabileceği, kıyılarda ve dolgu alanlarında plan kararlarıyla Millet Bahçeleri yapılabileceği, kıyı alanlarında kamu kurumlarına ait yapıların yapılabileceği vb. pek çok düzenleme teklif edilmektedir.
Tüm bu düzenlemelerin kentlerin afetlere karşı daha dayanıklı hale getirilmesi çabası olduğunu söylememiz mümkün değildir. Kentlerin ve kırsalın ekonomik bir değer olarak görülüp metalaştırılması ve tüketilmesi olsa olsa yeni afetlere davetiye çıkarır.
Vatandaşların sağlıklı ve güvenilir ortamlarda yaşamasını sağlamakla yükümlü olan idareciler, bu sorumluluklarını bireylere yükleyerek sorumluluklarından sıyrılamazlar.
Deprem güvenli kentlerin planlanma sürecine üniversiteler, bilim insanları, emek ve meslek örgütleri dahil edilmeli, aynı zamanda halk toplantılarıyla demokratik bir işleyiş hedeflenmeli, merkezi yönetim, yerel yönetimler, meslek odaları, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve halkın afet yönetiminin her aşamasındaki faaliyetlere ve karar alma mekanizmalarına katılmaları sağlanmalıdır.
Yasal düzenlemeler ve kurumsal yapılanmalar bu esasları sağlayacak ve destekleyecek yönde olmalıdır.